Sonbaharın gelmesiyle hanımeli çiçeklerinin yaprakları dökülmüş, renkleri solmuştu. Gece poyrazdan esen rüzgârın uğultusu uykuları kaçırıyordu. Ters esen rüzgârdan sobalı evler etkilenmiş zehirlenmemek için erkenden söndürmüşlerdi. Koca bir yaz geçmişti üniversite biteli. Mutlu günler çabuk geçer, kış erken bastırır bir türlü bitmek bilmezdi...
Sabah kalkar kalkmaz ilk işi bildirimlerini kontrol etmek olurdu. O gün de uyanınca hemen eline telefonu aldı ve mesajları okumaya başladı. Anlam veremediği, bir araya getiremediği cümleleri kaç kere okudu kendisi de bilmiyordu.
“Tûba... Bütün ailesi... Trafik kazası... Cenazesi... Yarın...”
Okudu, tekrar okudu inanamayıp arkadaşını aradı. Maalesef acı haber doğruydu. Tuba üniversiteden yeni mezun olmuştu. Bayramda ailesi ile memleketten dönerken trafik kazası geçirmişlerdi. Kendisiyle beraber erkek kardeşi, annesi, babası da vefat etmişti. Ölümü başkalarından duyardı da çok yakınında ve kendi yaşıtı olması şok etkisi bırakmıştı. Artık eskisi gibi süremezdi hayat, her gün ayrı bir acıyı düşünüp üzülüyordu. Kimi zaman Tûba’nın evlilik hayalleri kurup hayaline ulaşamadan kefen giymesini, kimi zaman üniversiteye yeni başlamış kardeşini düşünürdü. Hukuk fakültesine yeni başlamıştı, geleceğe dair ne hayalleri vardı kim bilir...
Kazadan sadece 10 yaşındaki küçük kardeşi kurtulmuştu. Küçük Zeynep’in hem öksüz hem yetim kalması düşündükçe onu üzüyordu. Güzel Zeynep, bir gün önce ailesiyle beraberken bir gün sonra teyzesinin yanında bambaşka bir hayata uyanmıştı... Ablası yanında olsa ona hem annelik hem babalık yapardı…
Her tebessümü biraz hüzünlüydü artık. Tûba’nın hayattayken verdiği doğru tepkileri düşünür aynısını yapmaya çalışırdı. Kalbinin güzelliği yüzüne yansımış, içi dışından daha güzel arkadaşının defteri güzellikler doluydu. 7 Ekim’de gerçekleşmişti kaza ve bu tarihi hiç unutmadı. Onun için milattı bu tarih. Her yıl 7 Ekim’de arkadaşlarıyla toplanır, Tuba ve ailesini anar onları için dua ederlerdi. Yıllar geçse de ara sıra rüyasında Tuba’yı görürdü.
Yine bir 7 Ekim sabahı yüreğinde bu sızıyla eline telefonu aldı. Haberlerde Kuddüs’ün yine görülmemiş bir zulmü yaşadığını okudu. Savaşta bile korunması gereken çocuklar, kadınlar, yaşlılar üzerlerine bombalar yağdırılarak öldürülüyordu. Sıkıntılı olan yüreği biraz daha dağlanmıştı, bu acı çok daha büyüktü.
Güzel yavrulara birçok ölüm seçeneği sunuyordu zalim ama yaşam hakkı sunmuyordu. Dünyanın gözü önünde savaş suçu işleniyor. Çocuklar ya bombalardan ya keskin nişancıların kurşunuyla ya açlıktan ya da susuzluktan ölüyordu. Elektrik verilmediği için kuvözde ölüme terk edilen bebeklerin videosu düştü ekranına. Anestezisiz bacağı kesilmek zorunda kalan yavrunun kalbi durdu diyordu bir mesajda. Yüreği daraldıkça daralmıştı hem izliyor hem de gözyaşlarına hâkim olamıyordu.
Kaç Tûba cennetine kavuşmuştu? Üniversite okuyan kaç gencin hayalleri okuduğu okul ve şehirle birlikte yerle bir olmuştu. Sıcak yuvasına, annesinin kokusuna hasret yavruları kim ısıtacaktı? Bir zamanlar kalbini daraltan acı, onlarınkinin yanında çok küçük kalmıştı. Yüreği bu kadar büyük bir acıyı taşıyamıyor, göz yaşları taşıyordu.
“İnsan, insanı acısından tanır” demiş şair...
Sahi onların acısını anlayabilmek, tanımlayabilmek mümkün müydü? Bir anda hem yetim hem kardeşlerine anne olan kaç çocuk vardı Kuddüs’de? Telefonun ekranından izleyerek dört çocuğunu bombalanan evinin enkazında sadece bir çekiçle tek başına arayan babanın acısını anlayabilir miydik? Ya da torununu son bir kez koklayıp toprağa veren dedeyi... Evladına gofret almak için dışarı çıkan ve döndüğünde tüm ailesiyle birlikte bombaların yıktığı evin enkazından yavrusunu çıkaran babayı? Elektrik, su, ev, yiyecek, yakıt olmadan hayatta kalmaya çalışan 2 milyonu anlayabilir miydik?
Kuddüs’de garip bir şey oluyor.
Kuddüs’de tüm insanları hayrete düşüren garip bir şey oluyordu. Açlık, susuzluk, yoğun saldırılar sonucunda yıkım olsa da olmayan bir şeyler de vardı. Hırsızlık, cinayet, yağma, gasp dünya ülkelerinde duymaya alışık olduğumuz suçlar orada yaşanmıyordu. Tüm bu acılara rağmen Kuddüs halkı dünyanın en dirayetli tutumunu sergiliyordu. Binde birini yaşasak aklımıza kaybettirecek acıları yaşamalarına rağmen hala tebessüm edebilmelerinin sırrı nedir?
Bütün dünya aynı soruyu soruyordu. Kuddüs halkı aç kalıyor, evladını toprağa veriyor, ülkesinden sürülüyor ama yine de isyan etmiyordu. Zalime karşı onları dimdik ayakta tutan bir şey vardı. Günümüz insanında görmeye alışkın olmadığımız bir şeydi bu. İnsanlar soruyu soruyor ve herkes aynı noktaya varıyordu. Kuddüs halkının inandığı şey onları ayakta tutuyordu. Çünkü “inanan inanmayandan üstün”dü bunun canlı tezahürünü tüm dünya izliyordu.
Dünya gerçeği çocukların sessizliğinden, çocukların bakışlarından, çocukların sesinden dinliyor, görüyor ve hissediyordu. Küçücük çocuklar, çoğu da konuşmadan bütün dünyaya gerçeği ustalıkla anlatıyorlardı. O halk, nasıl bir halktı ki yüzlerindeki tebessüm ve dillerindeki şükürle insanlığı gerçeğe yönlendiriyordu. Öylesine yaşıyorlardı ki anlatmaya gerek kalmıyordu. Gerçek bir iletişim ustası da böyle olmalı değil miydi zaten?
Bir genç tutuklanmış tebessüm ediyor, dünyanın diğer ucundaki gençlerde davranış değişikliği oluşturuyordu. Şehit torununun gözlerinden öpen dede yıllardır oluşturulmaya çalışılan imajı yerle bir ediyordu. Yalan gerçeğin önünde tuzun suda eridiği gibi eriyordu. Kuddüs halkı yaşarken de ölürken de kazanıyordu.
Kuddüs yangın yerine dönmüşken bazı yürekler Kuddüs ile yanıyor bazı yürekler için 7 Ekim ve sonrası arasında fark bulunmuyordu. Peki ben hangi gruptayım diye sordu kendine, yangın düştü mü benim de yüreğime? Yangın düştüyse yüreğine, yapması gereken bir şeyler var demekti. İçtiği kahveden, giydiği marka kıyafetten, kullandığı parfümden, deterjandan ve birçok şeyden vazgeçmesi gerekecekti. Dünyanın çoğunluğu zulmü desteklese ya da sessiz kalsa da o kalmayacaktı. Tüm mazlumlar için dua edecek ve bu zulmü duyurmak için elinden geleni yapacaktı. Azlardan olacaktı tıpkı İbrahim’in karıncası gibi. O azlar nasıl bir tepki veriyordu ki az kalmışlardı, terk edilmiş ve çoklar tarafından kınanmışlardı… Vicdanları ile imkanları arasına sıkışmamış, az olmaktan korkmamışlardı.
Mademki nice azlar çoklara üstün geliyordu, o zaman mazlum da onun yanında olanlar da üstün olacaktı.
***
İnsanoğlu var olduğundan bu yana amacı hiç değişmemiştir. Mutlu başarılı olmak ve iyi ilişkiler kurmak.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi de insanın amacını amaç edinmiştir. "Kim Kimdir", "İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" programlarında sunduğu stratejilerle insanların dününden daha başarılı, daha mutlu ve daha marifetli olmalarına destek olur.
***
Yorumlar
Emeğinize sağlık.
Rabbim bize de pay ver bize merhamet et🤲 Ftm Dlkn
Teşekkürler emeğinize sağlık
Yorum Gönder