Ana içeriğe atla

Evlat!...

Evlat!... 

Belma iyi bir koleji bitirdikten sonra Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden birini kazanmış ve orayı da başarıyla tamamlamıştı. Hocaları onun üniversitede kalıp öğretim görevlisi olması için ısrar ediyorlardı. Üniversitede rektörlüğe uzanan bir yolda çalışmak Belma'nın da hayaliydi. Eşiyle de bu teklif üzerine istişare ettikten sonra üniversitede kalmaya karar verdi. Böylece hayaline giden yolda bir adım atmış oldu. 

Belma işini çok severek yapıyor, çok çalışıyordu. Bazen sabahlara kadar makale yazmakla uğraşıyor, işinin hakkını fazlasıyla veriyordu. Bu çalışma temposuyla kariyerinde adım adım ilerleyerek doçentliğe kadar gelmişti. Üniversitede öğrencisinden, öğretim görevlilerine, çalışan personele kadar herkesin sevdiği, saydığı bir insandı. İşini mesleğini büyük bir aşkla yapıyordu. Bu süreçte kendisinin ve eşinin ortak istekleri doğrultusunda bir çocuk sahibi olmaya karar verdiler…

Belma hamileliği boyunca da mesleğini büyük bir aşkla devam ettirdi. Ta ki evladını kucağına alıp dünyadaki en büyük sevginin bu olduğunu hissedinceye kadar... Bundan sonra bazı hayallerini, kararlarını ertelemek, çocuğunu büyütmek istiyordu.

Evlat

Her karar bir vazgeçiştir… 

Üçüncü, altıncı, dokuzuncu ay, bir yaş derken Belma bir daha bu dönemlerinin geri gelmeyeceğini düşündü. Çocuğu ile kendisi ilgilenmeye, onu bakıcıya bırakamamaya karar verdi ve üniversitedeki işinden ayrıldı. 

"Ne de olsa istediğim zaman mesleğime geri dönebilirim." diye düşünüyordu.

Artık hayatının amacı, varı yoğu, bütün meşguliyeti biricik oğlu olmuştu. Bu kadar ilgi, sevgi gören, her dediği ağzından çıkmadan yapılan her çocuk gibi Sinan da şımarık bir çocuğa dönüşmüştü. Daha 15 yaşındayken annesine aldırtacağı arabayla ilgili detaylar veriyor ve sürekli annesini sıkıştırıyordu. 

Bir gün Belma midesinde sancılarla kıvranırken yan odadaki oğluna defalarca seslenmesine rağmen sesini duyuramadı. Telefonla arayarak "Oğlum midem çok kötü, bana süt ısıtıp içine bir kaşık bal koyup getirebilir misin?" dedi. "Anne şimdi oyunun en heyecanlı yerindeyim, birazdan getiririm!" cevabını aldı. Aradan bir saat geçmesine rağmen Sinan’dan bir hareket gelmedi. Belma kalkıp kıvrana kıvrana mutfağa kadar zor gitti. Değil süt ısıtacak hali ayakta duracak durumu yoktu. Ağzından kan gelmeye başlamıştı. Eşini arayarak en yakın hastanede buluşmak üzere konuştular. Belma ağrılarla kıvrana kıvrana arabasına binip hastanenin yolunu tuttu…

Evlat

Hastanede büyük bir mide kanaması geçirdiğini öğrendi. Müşahede altında tutuldu, ilgili müdahaleler yapıldı ve aradan saatler geçti. Bu süre zarfında oğlu annesinin nasıl olduğunu sormak şöyle dursun, odasından çıkmamış, süt aklına bile gelmemişti. Annesi de tekrar hatırlatmamıştı. Hatırlatsa bu sefer de "Her şeyi benden bekliyorsunuz, ben sizin uşağınız mıyım?" diyecekti.

Sahi neden böyle olmuştu?

Kariyerinden, işinden evladı için vazgeçmişti.  Evladı ise onun yaptıklarını görmüyordu. Nasıl olmuştu da böylesine sevgiyle büyüyen çocuk bu kadar nankör olmuştu? 

Hayatta hiçbir şey durduk yere olmaz. Hiç kimse bir anda nankör olmaz. İnsan o sonuca adım adım gider, tıpkı rektörlüğe giderken olduğu gibi. İnsan karşı tarafın yapması gerekenleri kendisi üstlendiğinde nankörlüğe giden yolu açmış olur.

Sevdiklerimiz için elbette fedakarlık yapmamız gerekir. Onlar için vazgeçtiğimiz şeyler de olur, yapıp ettiklerimiz de ve bu bize iyi gelir. Sorun miktarını ayarlayamadığımızda ortaya çıkar. Gereğinden fazlasını yapmak fayda yerine zarar verir. Karşı tarafa hiç sorumluluk vermemek onu rahatlık tuzağına düşürür. Yaptıklarımızı görmezden gelmesine sebebiyet verir. Tıpkı elimiz kesildiğinde yara aldığımız gibi o kişiyle olan ilişkimiz de yara alır. 

Bu hayatta her şeyin fazlası insana zarar verir. 

  • Sevginin,
  • İlginin,
  • Hediyenin,
  • Yemeğin,
  • Suyun bile…

İnsan sevdikleri söz konusu olduğunda bazen elinden gelenin fazlasını verir. Onun hayatını kolaylaştırmak için uğraşır. Bunu iyi niyetle yapar; ancak bu süreç birle başlar, bin olur ve aşırılığa varır. Aşırılık süreci de karşı tarafı nankörleştirir. Tıpkı Belma’nın oğluyla yaşadığı durumda olduğu gibi. Peki karşımızdakini nankörleştirmeden ilişkiyi yürütmenin yolu nedir? Annenin çocuğunun üzerine titrediği gibi, çocuğun da annenin üzerine titrediği bir ilişki nasıl dizayn edilebilir?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi İlişkilerde Ustalık Eğitiminde…

***

İnsanoğlu var olduğundan bu yana amacı hiç değişmemiştir. Mutlu başarılı olmak ve iyi ilişkiler kurmak. 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi de insanın amacını amaç edinmiştir. "Kim Kimdir""İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" programlarında sunduğu stratejilerle insanların dününden daha başarılı, daha mutlu ve daha marifetli olmalarına destek olur. 

"Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır."

***


Yorumlar

Adsız dedi ki…
İyi niyetlerle yaptigimiz şeylerin sonunda zarar görmek çok üzücü hemde en sevdiklerinden. İlişkide usta olabilmek çok kıymetli. Kaleminize sağlık
Emel dedi ki…
Her şeyin aşırısı zararlıdır. Hayatımızın her alanında denge sağlayabilmek önemlidir.
Adsız dedi ki…
Her destek destekmidir,her imkan imkanmıdır? Biz destek, imkan vermek için değil kendi imkanını oluşturabilsinler diğe çocuğumuzu çevremizi yetiştirmeliyiz. Elinize sağlık🌺
Adsız dedi ki…
Ne kadar güzel bir anlatım
Ne yazıkki dönemimizde tüm anne babaların doğru yapıyorum zannederek yaptığı yanlışlar!!!
ZeynePp dedi ki…
Her şeyin fazlası zarar gerçekten de... Üstelik fazlası mutlu da başarılı da hissettirmiyor her iki tarafı da...
Emn dedi ki…
Karşıdakinin tüm isteklerini yerine getirmek son çağın hastalığı çünkü bilgelerin hayatında karşıdakinin ihtiyacı neyse onu vermeyi görev edinmişler. ama merhametle yapıyorlar. İhtiyaç gidermeyi merhametle nazikçe yapmak en zoru galiba. Onun yerine yanlış da olsa isteğini yaparak kurtulmaya çalışıyor insanoğlu...
Adsız dedi ki…
Karşı tarafa aşırı vermek onun için de zararlı aslında. O da aşırı ilgi alıyor ve ona zarar veriyor. Teşekkürler 🍃

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hazır ol 2025! Sana yeni siparişler geliyor!

Hazır ol 2025! Sana yeni siparişler geliyor! Bir yılı daha uğurlamanın arifesindeyiz... Bazen insan beş dakikaya sabredemezken 365 gün 6 saatin yeniden geride kalması inanılmaz, değil mi? Daha dün elimizde makasla tutkal vardı ve sevdiklerimize yeni yıl kartı tasarlıyorduk. Makyaj pamuğundan kar yapıp yapıştırıyorduk. Karttan çok yüzümüze gözümüze bulaşan simler yıkamakla çıkmaz ve günlerce pırıl pırıl gezerdik. Bazı kartları postaneden yakınlarımıza gönderirdik. Bunun için kuyruk bekler, heyecan duyardık. Kartı teslim alan tanıdıklar, o acemi tasarımlarımıza hayran kalmış gibi yapardı. Sıra arkadaşımız, kartımızla dalga geçmiş bile olabilirdi ama biz övgülere inanmak isterdik. ‘HOŞ GELDİN Bin dokuz yüz… iki bin bilmem kaç...’’ Bunun gibi her yıl birçok senenin rakamları o kartları süslerdi. Yetişkin olunca kart tasarımları son bulur ama bu dönemlerde yaşanan bazı hisler hala ortaktır. Çoğu insan muhabirlerin uzattığı mikrofonlara benzer beyanlarda bulunur. Geçen yıla biraz sitem, gel...

Haftada İki Saat Spor İşe Yarar Mı?

Haftada İki Saat Spor İşe Yarar Mı? “ Egzersiz hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye bir soru sorsak, sizce cevaplar nasıl olurdu? Çoğunluk, egzersizin faydalarından bahseder, yapılması gerektiğini savunur. Yani “Neden yapmalıyız?” diye sorduğumuzda, çoğu kişi bunun iyi bir şey olduğunda hemfikirdir. Ama işin aslına bakarsak, bu söylemler çoğunlukla teoride kalır. Egzersizle gerçekten ilgilenenlerin sayısı oldukça azdır. Bu kadar iyi bir şeyse yaşam rutinimizde egzersize pay ayırmıyor olmamız garip değil mi? Alışveriş, yemek, eğlence gibi, sonunda keyif alacağımız bir şey söz konusu olduğunda, zaman ayırmakta zorlanmayız. Yol gitmek, efor sarf etmek gözümüze batmaz. Ama konu sağlığımız için harekete geçmek olunca, aynı hevesi gösteriyor muyuz? "Zamanım yok... Çok yoğunum... Yorgun hissediyorum... Bütçem yok... Yürüyecek yer yok... Düzgün salon yok... Hem zaten haftada iki saat egzersiz ne işe yarar ki?" Yapmak istemediğimiz bir şey için bahane üretmek hiç zor değil.  Uyku saatler...

Sporla Yeniden

Sporla Yeniden Ayşe bir süredir yataktan hiç bu kadar dinç kalkmamıştı. Bir hafta önce başladığı spor ne de iyi gelmişti. Gözlerini açınca içine, derin bir nefes çekip, bir kez daha şükür etti. Oysa spora başladığı ilk günler ne çok kas ağrısı çekmişti. İlk günler, çok sancılı geçmişti. Bacakları, kolları uzun süredir spor yapmadığı için, yaptığı ilk sporla hamlamıştı. Bu yüzden yürümekte bile zorlanıyordu. Ama önemli değildi, biliyordu ki sonu güzel olacaktı.  "İyi olan şeylerin başında bir miktar acı ve zorlanma olurdu." Sabredince sonunun güzel olacağının bilincindeydi. Hem istediği fiziksel görünüme kavuşacak hem de burada başlattığı hareket ile hayatına bereket katacaktı. Bu yüzden hem sabırlı ydı hem ümitli . Kimi zaman sabahın erken saatlerinde kalkıp esneme ve hareketler ile gününü bereketlendirdi. Kimi zaman gün içinde yaptığı yürüyüşler ve yüzmeyi de buna ekledi. Erken kalkıp, sporunu yapıyor, ılık bir duştan sonra daha önce hiç olmadığı kadar dinç hissediyordu kend...